25 Eylül 2008 Perşembe

DEVAM EDİYORUZ...

Bir sonraki yazı zamanı geldi galiba..
İstanbul yolculuğu bir önceki gibi keyifli geçti, her uğradığım yerde, özellikle Ankara’da biraz daha şişen valizimi otobüsün bagajına verdik.. Fulya’m Eniştemle birlikte, beni otobüse yerleştirdiler garajdan ayrılana kadar el salladılar ve yine yollardayım.. Yine çevreyi inceleyerek, mola yerlerinde tost-ayran keyfi yaparak geldim İstanbul’a, Özgür karşılamaya gelmişti Kadıköy’e
Boğa heykelinin yanından Bahariye Caddesinden koca valizi yürüterek gittik eve..
İstanbul’u, Evimi, Özgür’ü özlemişim ama ille de Çıtır’ım. Nasıl özlemişiz birbirimizi, daima ya omzumda ya kucağımda, yatıyorsam da ayaklarımda idi, iki patisiyle (bazen dört) sımsıkı sarılıyordu birdaha gitme der gibi..
Çook tatlıydı çok.. kedi köpek sevmeyenleri hiç anlayamıyor onlar için üzülüyorum.


Herneyse bu bir toplum yarası ve ben iyileştiremem..

İstanbul’a Can’ın, Can’ımızın düğünü için geldim. Can bebekti, minicik tombul ayaklı.. huysuzlandığında anneciği bir kova su getirir tüm oyuncaklarını kovaya koyar suyla oynardık, suyla oynamayı severdi ama ona banyo yaptırmak için Annesi Sevgili Niloş ve Ben saatlerce uğraşır, bazen de pes ederdik. Kaç ailenin kıymetlisi Can öyle büyük bir kaza yaşadı ve mucize yaratarak yaşama tutundu ki, kendisini, sevenlerinden esirgemedi.. hani bazılarınız rastlamıştır basında da yer almıştı o kötü olayın haberi, Yenikapı denizotobüsü iskelesinde yaşanan o kötü kazanın kahramanı Can..
İşte Onun düğünü, bu nedenle düğün üstü düğün, mutluluk üstü mutluluk.


Moda Deniz Kulübü’nde gerçekten çook şık, hoş bir düğün yaşadık, işin hoş tarafı düğün bizim eve çok yakındı, çıkışta uzun süredir görüşemediğimiz arkadaşlarımızla eve gelip düğünün keyfini sürdürdük.
Ertesi gün ayyy ertesi gün.. Benim Özgür ruhlu kocamın bir süre tek başına yaşadığı evi biraz yaşanır hale getirmem için çook sıkı çalışmam gerekiyor, aslında köydeki şalvarı giymeyi niye akıl edememişim. Enerji için habire kahve içeceğime..

Bu arada o uzun zamandır görüşemediğimiz arkadaşlarımız Nuray ve Doğan Esenköy’deki evlerine çağırdılar, deniz otobüsü varmış gitmek kolay oldu, ne kadar güzel bir beldeymiş, ben çok önyargılıydım gitmeden önce.. hiç bizim gibi giyinen kimseyle karşılaşmayacağımı düşünüyordum. Yok hiç öyle değilmiş, İstanbul gibi Ankara gibi karma insan profili..Şimdilik..
Doğa güzelliğine bayıldım, İstanbul’a bu kadar yakın, ulaşımı bu kadar kolay, Yemyeşil ormanlarla kaplı dağlar ve hemen eteklerinde Marmara’nın serin suları ve çok şık evler.. Gerçekten güzel bir belde tanıdım,
Tanrım ne çok geziyorum.. Leyleği havada görmüştüm zaten..
E sonra ne yapacağız..
İstanbul süremiz doldu, Antalya’nın Eylülü kaçmaz değilmi..
Kızımız Çıtır, Özgür ve ben Antalya’ya geldiiik.
Ne güzel, hava çok hoş, Misafirlerimiz geldi ve gezilere devam Leyleği gördük bikere havada..
Düden, Kurşunlu.. Belek-Side Manavgat-Alanya.. Geç öte tarafa Göynük-Çamyuva-Fasilis-Kemer- Olimpos-Adrasan-Çıralı, (Ağaç evde çam kokularıyla uyku) Nerenin dondurması, nerenin birası kalamarı, nerenin balığı rakısı, nerenin ay ışığı ve şarabı güzel.. kaçırmamaya çalıştık.
Gezi haftası da bitti Bayrama az kaldı, bayramda Saklanbacım ve Sel’im, Kardişi ve Tatlı Nişanlısı, Annesi ve Babası ve Ananesi (yani benim anneciğim) geliyorlar çok sevinçliyim, bayram sahici bayram olacak benim için ve bayram sonrasında çalışanlar gidip emekliler kalacak daha sakin günler başlayacak..
İşte o zaman resim yapma fırsatım da olabilir belki, son bir kaç yazıda fotoğraflarla idare edip resim ekleyemediğime canım sıkılıyor aslında ama önümüzdeki günlerde telafi edeceğim diye düşünüyorum.

Haydi bu günlük de bu kadar,
eğer bu ara bir fırsat bulabilirsem çabucak bir resim yapıp (olsa olsa suluboya olur) sizlerle paylaşırım belki bayramdan önce hani kısa bir bayram mesajı ile birlikte sayfamı süslemek için.

Yakında görüşmek üzere sevgiler size sevgili dostlarım…

22 Eylül 2008 Pazartesi

Ankara ve Sonrası..

Nerede kalmıştık,
Düğün bitti.. Ankara’ya yolculuk zamanı geldi, ev sahipleri, köy sahipleri ile vedalaşıp Otobüse bindim. Severim otobüs yolculuğunu, mutlaka cam kenarı olmalı, kulağımda müzik, ovalar, dağlar, göller, kasabalar, insanlar… çok severim yolculuğu çok.. birde her seyahat öncesi yorgunluk zirvede olur ya, gidiş veya dönüş öncesi.. otobüsün koltuğuna rahatça yerleşince oohh derim ya, boyun yastığım, ince bir şal, mutlaka ufak tefek yiyecek bir şeyler, Her molada bir tost bir ayran..
Çok severim yolculuğu çok…
İşte Nevşehir’den de Ankara’ya böyle bir yolculukla geldim. Ankara.. Doğduğum büyüdüğüm yetişkinliğimin ilk yıllarını geçirdiğim kent, ama daha önemlisi sevdiklerimin yaşadığı yer. Saklanbacım ve ailesi yani benim ailem beni bekliyor.
Ankara otogarı, karşılanma, Fulya’ya gidiş Anneciğimle hasret giderme, Fulya ve Saklanbacımla dedi kodu, yeni havadisler . . .
Ankara’ya gidişimin iki amacı vardı bu kez. Birincisi hani birkaç yazı önce bahsetmiştim.. Benim Sevgili Arkadaşım ve Patronumun biricik Ece’leri ve Selçuk’ları evlenecekti ya Ben de Onların “haze” si olarak düğün sahibi gibi hissediyordum kendimi, (hazenin açılımı şöyle.. Hala kadar yakın “ha”
Teyze kadar yakın “ze” olunca “haze” olunuyor-kelimenin patenti bana ait)
Korkmayın korkmayın Uygarın düğünü gibi üç haftada anlatmayacağım Ama siz tahayyül edin dünyalar tatlısı iki senfoni sanatçısının düğünlerini, çok şık, samimi bir ortamda keyifle yaşadık düğünümüzü..




Ankara’ya gidişimin ikinci amacı karmakarışık duygular içinde yaşadığım bir süreç.
Konu şöyle: Anneciğim son birkaç yıldır Ablam Fulya ile yaşıyor, daha önceleri kışları Fulya’da, yazları kendi evinde yaşıyordu Ama ne yazık ki bir çok hastalık da onunla birlikte olduğundan son yıllarda yalnız yaşaması imkansızlaştı,
Yine Annemizden beklemediğimiz bir öneri geldi.. gerçeklerin farkında olduğunu, artık yalnız yaşayamayacağını, evinin kapalı kalmasının hiç doğru olmadığını ve evin değerlendirilmesi gerektiğini söyledi bize.. hem sağlığımda evi boşaltalım daha sonra sizin için daha üzücü olur dedi..
Çok doğru geldi bize ve iki kardeş, bazı günler Annemle bazı günler Annemsiz evi boşaltmaya başladık. 40 küsur yıl önce taşındığımız, çocukluğumuzun gençliğimizin geçtiği evde elimize aldığımız her eşyada bir anı canlandı.. yıllarca ellemediğimiz fotoğraf kutusu çıktı ortaya, (Annem bazı anılardan kaçtığından biz de görememiştik Babam ve Atalarımızla ilgili çok iyi saklanmış, tarihleri Osmanlı dönemine kadar giden fotoğraflar) dolayısıyla, tasnif tahliye temizlik günlerce sürdü. Bana lazım olmayan bir çok şeyi ben, Fulya’ya lazım olmayan birçok şeyi de Fulya aldı, bavullar, koliler doldurduk. Kimi zaman hüzünlendik, kimi zaman neşelendik, Çocukken okuduğumuz kitaplar, oyuncaklarımız, Annemin giyisileri hepsinde ayrı anı..
Büyüdüğüm evde camdan dışarı bakarken baktım apartmandan yaşlı bir adam çıktı.. beyaz saçlı, gözlüklü, tıknaz.. ay bu yürüyüş hiç yabancı değil, badi badi.. bir döndü Osman.. İhtiyarlamış (büyümüş demek isterdim) Profesör olmuş koca bir adam, az mı saklanbaç, beştaş oynadık birlikte, benimle akran o yaşlı adam.. ne fena bi durum..
Herneyse.. Evi Eşyası ile kiraya verilecek duruma getirdik, kiracının neye ihtiyacı olabilecekse her şeyi temizleyip paklayıp hazır ettik. Sırt kaşıyıcısından kerataya kadar her bir eşya kullanıma hazır duruma geldi. Anneciğim de (hayatın bütününü bir problem olarak görmeye alışıkken sanıyorum kullandığı ilaçların etkisi ile) çok makul karşıladı bu durumu, üzüleceğinden korkup içimiz titriyordu Fulya ile ama korktuğumuz olmadı, Eve de çok cici bir aile kiracı oluverdi.. Onlar mutlu biz mutlu bu işi bitirdiiik..
Bu arada Ankarada yaşayan benim canım Umutum bebeğini getirdi bir yarım saatcik göreyim diye.. Nasıl tatlı aslında torunum gibi, çünkü Annesi Umut kızım gibi.. çook önceleri bir yazımda bahsetmiştim, ilk blogcu olduğum dönemde bizim en yakın arkadaşlarımız en sevgili dostlarımız Sevgili Şeniz’imiz ve Eşi Sevgili Alev’imiz vardı ve Onların iki papatya yavruları Umut’umuz ve Ufuk’umuz .. Şeniz ve Alev iki papatyayı küçücük yaşlarında burada bırakıp kendileri birer melek olarak gökyüzüne çekildiler, Yıllar oldu bu dünya Onları kaybedeli ve öte dünya kazanalı.. İşte O Papatyalardan, sarı civcivlerden biri olan Umut’um şimdi dünya güzeli bir anne, yavrusunu getirdi, bari yarım saatçik koklayayım diye.




ve Ankara hikayesi de bitti, haydi İstanbul’a Canoşun düğünü var…
E ama ben Ankara-İstanbul anılarını bu yazıda bitireyim de sonraki yazıda Antalya’dan bahsedeyim diyordum, uzamış, çok uzamış bu yazı.. çok mu gevezeyim ne..
Hadi İstanbul sonraki yazıya kalsın bari..
Yine sevgilerimi bırakıyorum buraya bol bol.. okuyan herkes için…

18 Eylül 2008 Perşembe

DEVAM... (3)

Devam ediyoruz..

Kına evinden döndük,

Yatmadan evvel Sevgili Mustafa Abimiz kendi yaptığı çok özel bir şaraptan ikram etti bir kadeh.. mmmh ne lezzet, ben böyle bir şarap içmemiştim. (malum, o bölge şarapçılıkta hayli ileri)
Muhteşem bir uyku.. geceleri 10 derece filan (Antalya’da geceleri 30 dereceye yakındı ayrıldığımda)…
Sabah Bayrak Töreni için ve Pilavın ikramı için son hazırlıklar başladı, Özkonakta bir çaybahçesi (düğün salonu) var. Pilav malzemeleriyle biz oraya gittik. Yine çok büyük kazanlarda pilav pişmeye başladı.


150 tepsi pilavın servisinde de bir hayli emeğim oldu (o bölgenin butiğinden yeni bir şalvar aldım, enerjim devam ediyor)
Köyün gençleri kamyonet ve traktörlere biniyorlar ve kocaman bir bayrak direğine bağlı kocaman Türk bayrağını Türküler söyleyerek dolaştırıyorlar. O bayrağı taşımak ve sahip olmak çok önemliymiş, bayrağı kaptırırsa geri almak için yüklü bahşiş verilmesi gerekirmiş. Kuzen torunu Ahmet’e düştü o görev, çok ciddi sahiplendi görevi, fiziken hızlı gelişmiş aslında yaşı küçük, çok tatlı bir delikanlı, yanına aikidocu kuzenleri gelene kadar çok enişeliydi, sonra rahatladı.
O bayrak köyde dolaştıktan sonra davetliler bir bir pilav yemeğe geldiler, her gelen bayrak direğine bir şalvarlık kumaş bağladı. O kumaşlar tören için yardımı dokunan hanım komşu-akraba-hısımlara verilirmiş (biri bana düştü)
Müthiş lezzetli olan pilav kaşıkla ayran eşliğinde midelere indi.
Bu arada ailenin gençleri küçük konsantre bir çevre gezisi düzenlediler, pilav yenilen yerin hemen yanındaki yer altı şehri, yakınlarda bizimkilerin bağlarının sınırları içinde bulunan kilise, ardından Avanos ve ardından
Peri Bacalarını
gezip dönüşte Kızılırmak kıyısında yorgunluk çayı içerek döndük eve..


köprü üzerinde kuzen çocukları Çağlar ve Çağdaş’la görüyorsunuz. (Bilgisayardaki Hızırımız Çağlar bizzat yetişemediği yerde telefonla destek vermekte)
Yine güzel bir uyku, ve sabah düğün günü..
Klasik hazırlıklar.. kuaför makyaj vb. işler bu işler için Nevşehir’e gidildi, sonra düğün salonundan önce Gelin eve getirildi, burada da ayrı seremoni, kayınvalide elinde şeker ve bozuk paralarla karşılıyor, etrafa saçıyor, çocuklar kapışıyor, yine herkes neşe içinde..
En hoş olan neydi biliyormusunuz.
Gelin ve kayınvalide birbirlerine hep tatlı konuşsunlar diye birbirlerinin ağzına şeker veriyor.
Sonra uzun katlanmış tülbentle gelinin, kayınvalidesinin çenesini bağlaması gerekiyormuş, çok konuşmasın diye.. ama bizim gelin çok zarif olduğundan tülbenti kayınvalidesinin omuzlarına koydu şal gibi…
Biraz dinlendikten sonra düğün salonuna gidildi ve düğün başladı.. bu arada Uygar Nikah şahidi olmamı isteyerek beni ayrıca onurlandırdı..
Düğün çok eğlenceli geçti ve güzel Anadolunun güzel insanlarını ilk kez bu kadar yakın tanıdım.

Hiçbir şekilde saçma bir -kaç göç-ün yaşanmadığı, kadınların yemenilerini bir gelenek olarak takdığı, aynı pistte dekolte tuvaletli hanımlarla, yöreye özgü şalvar ve yemenilerle dans eden kadınlar ve erkekler çok güzel bir manzaraydı..

Yazı uzadı yine bu bölümde Uygar’ın düğününü bitireyim dedim de ondan uzadı,
Bir sonraki yazı Ankaraya yolculuk..
Haydi yine şimdilik hoşçakalın..

13 Eylül 2008 Cumartesi

LEYLEK LEYLEK HAVADA (2)

Nerede kalmıştık, düğün hazırlıkları değilmi..
Düğün hem de yöresel düğün, ne yapılması gerekiyorsa yapılacak.
Evet Bayrak töreni biliyormusunuz, bayrak töreni.. ben biliyorum. Efendim önce
Bayrak töreninin pilavı için en aşşa 120 kg filan çeken boğa alınır. Ölü olması tercih edilir. Yani kesilmiş olması. Pilavın ön hazırlığının yapılacağı eve parçalar halinde gelir. Tabi kasalarla domates, biber, çuvallarla soğan, bulgur, tenekelerle yağ, şinik şinik (Anadolu’da bir ölçü birimi) nohut, Onlarca tavuk,
bir gün önceden malzemeler ayıklanıp doğranıyor, çook büyük kazanlara konuyor içine odun konmuş kenarları büyük taşlarla yükseltilmiş ocaklar hazırlanıyor,
bu aşamada bilfiil çalışmış durumdayım, belki bir çuval soğanı soydum bir kasaya yakın biber doğradım. Ama nasıl başardım biliyormusunuz.
Çok ilginç.. orada o işler esnasında ikram edilen şalvarı giydim. Aman tanrım o ne müthiş bir giyisi.. enerji drink gibi bişey, giyince birden enerji doluyorsunuz,
Şu ana kadar giymemiş olanlar bir şekilde edinsinler. 5 m basmadan yapılıyormuş.
Şalvarı giyince ne kadar iş varsa yapmak istiyor başka iş yokmu diyorsunuz.
Çoook keyifli…
Anadolu insanı ve gelenekler.. yardımlaşma..
Müthiş.. bir ara saydım 17 hanım vardı pilav için çalışan.. cep telefonunu şalvarının bel kısmında oluşturdukları yere sıkıştırıp, blenderını kolunun altına alan tandır odasına gelmişti :))

O arada aslında Almanya’da yaşayan Yine kuzen torunu dünyalar güzeli Deniz’in yaptığı yorgunluk kahvesi canıma can kattı..

Pilavın ön hazırlığı o tandır başında odunun isi altında tamamlandı.. ocağın başında kocaman kepçelerle (aslında sandal küreği demek daha doğru) soğanlar kavruldu. O isle biz bütün kadınlar islendik Füme kadın olduk.
Daha sonra Gelinin yakınları damat bohçasını getirdiler..



Akşama kına gecesi, Bu yaşıma geldim daha önce usulen (gibi) yapılan bir kına töreni dışında hiç katılmamıştım kına gecesine. Biz damat tarafı olarak gelinin evine gittik, yapılması gerekenler yapıldı, geline ve diğer isteyenlere kına yakıldı, eller bağlandı (ben cesaret edemedim çok uzun süre kalırsa diye) çok neşeli bir toplantı oldu,

Damat evinde de beyler toplanmıştı.
Herkes evine dağıldı yarın bayrak töreni..

Not: geçtiğimiz hafta misafirlerimiz vardı, birlikte yoğun çevre gezileri yapıldı, Antalya çevresi ama illede Olimpos-Çıralı-Adrasan.. O nedenle Uygarın düğün yazısının devamı gecikti..
devamı yine yarın..
Sevgileeer

6 Eylül 2008 Cumartesi

LEYLEK LEYLEK HAVADA, ( 1 )

Merhabalaar,

Ağustos ayı çok hareketli geçti benim için, benim ölçülerimde.. Olağan yaşamımda hareket Antalya-İstanbul-Ankara üçgeni içinde olur, buna bir ilave memleket çok hareket sayılır. Çıtır Kızımız Kedimiz bizi kendisine ebeveyn seçtikten sonra (yani 5 yıldır) Özgürle birlikte, yerleşik düzenimizin dışında hiçbir yere seyahatimiz olmadı, olamadı, Çıtırımız okurda alınır şimdi bu yazıyı, yani bi şikayetimiz yok aslında.. zaten Antalya’dan sıkılınca İstanbul’a tatile, İstanbul’dan sıkılınca Antalya’ya tatile gidiyoruz, bir de ben zaman zaman kızımı babasıyla bırakıp Ankara’daki sevdiklerimin yanına gidiyorum. Çıtırla geçen 5 yılımızdaki hareket böyledir.. istisnai durumlar dışında..
İstisnai durumlar nedir ? istisnai mutlu durumlar..
Yakınlarımızın çocukları birer genç insan olup bir bir evlenmeye kalktılar ve seçtikleri eşleriyle seçtikleri mekanda evlenmeye karar verdiler. Bana da bir bir onların mutluluklarını paylaşmak düştü.
İlk önce Özgürün Amca torunu Sevgili Uygar ve Sevgili Arzu’nun düğünü için Avanos’un Özkonak köyüne yolculukla başladı hareketli günlerim..
Uygar küçücüktü tanıdığımda, olağan üstü sosyal bir çocuktu ve bir ticari deha olma yolunda bir ufaklıktı, şimdi mali müşavirlik ofisi açmayı planlayarak, matematik öğretmeni ile evlenerek, rakamlarla ilgisini yaşamının her zerresine katmış, bir deha..
Antalya –Avanos yolculuğum Damat Uygar’ın karşılaması ile son buldu.. Yıllaaar evvel (26 yıl olmuş) Özgür’le bir gezimiz sırasında uğramıştık O zaman görmüştüm o köyü ve o evi, o yörenin sıcacık güzel insanlarını, Yukarıdaki sözünü ettiğim deha o tarihi eser kapsamında olan köy evini restore etmiş yaşanır hale getirmiş.. sevgili eşinin ailesi de o köyden, o nedenle bağları hayli sıkı o yöre ile.
Yabancı olduğunu düşündüğüm topraklarda öyle sıcak karşılandım ki, sabah saat 05 te orada oldum saat 03 ten beri garajda beni beklemektelermiş. Çok enteresan hani bu yılın başında kaybettiğim kayınvalidemden bahsetmiştim ya, rüyalarına girip, “hadi gidin otogara, orada beklemesin funda” demiş.. Onun daha iyi bildiği topraklara benim ilk yalnız gidişimde bana eşlik etmiş.. tuhaf değil mi …


Evin girişi



aşağı katta bir oda


bahçeden görünen manzara


Her neyse o çiçekler içindeki köy evine geldik. Diğer yakınlarım tarafından sıcak bir karşılamadan ev ve yakın çevreyi tanıdıktan sonra bahçedeki kabak çiçeklerini severken yakalandım, ev sahipleri hemen birkaç tane koparıp dolma yapmayı önerdiler. Bu çiçekler sabah güneş biraz yükselince kapanırlarmış, erken saatte alınan çiçekler dolma için idealmiş.




hemen öğle yemeği için “kabak çiçeği dolması” yapıverdim :))

Efendim sonra düğün hazırlıkları…
Düğün üstelik Uygar’ın düğünü öyle birkaç satırla anlatılamayacak.. anlaşılan bu pehlivan tefrikası olacak.
Zaten Uygar’ın baba soyu pehlivan. Özkonak’da Pehlivan Ahmet’in torunu diye biliniyor.

E demekki arkası yarın.. ne dersiniz. Hadi o zaman bu günlük bu kadar yeter. Ben de biraz blog dolaşayım değilmi, saklanbacımı bile okuyamadım günlerdir.

Şimdilik hoşçakalın sevgiler sevgili okuyanlar…